Haydiko

Hayvan Hakları Tarihi
Avrupa & Anadolu

Avrupada ki Sokak Hayvanları anlayışına bakıldığında bir Paris’linin  1803’teki ifadesine göre, büyük şehir merkezlerinin bozulmasının sebebiyle  köpeklerin çoğalması birbiriyle bağlantılıdır;
“ Büyük bir alana yayılan şehirlerde , o devasa ahlaksızlık yuvalarında, Paris gibi büyük şehirlerde her adımda filozofun gözüne çarpan nedir? Köpeklerin ürkütücü bir şekilde  çoğalması. Her sokak bunlardan yüzlercesini gözler önüne serer ,yalnız,aç ve tehlikelidirler, aylaklar ya da çocuklar tarafından sürekli rahatsız edilir, kızdırılır ya da dövüşmeye teşvik edilirler, sırf kaba saba, sert insanların keyfi öyle istiyor diye, bunlar öfke sahnelerinden başka bir şeyden zevk almazlar” demiştir (Pinguet, 2008).
Yirmi otuz yıl sonra durum değişmemiştir. Büyük şehir merkezlerinde nüfus hızla artarken , hijyen uzmanları, hekimler ve idareciler sokak köpeklerinin kökünü kazımak niyetindeydiler. Köpekler saldırgan diye nitelenen çeteler halinde başıboş dolaşmaktaydılar. İçlerinden, zaman zaman , bir ya da birkaç kişi tarafından alınıp barındırılanlar çoğunlukla iyi beslenememekte, zahmetli işlere koşturulmakta, ve kasten zulmedilmekteydiler.

1850 yılında Hayvanları Koruma Derneği’nin savunduğu bir mevzuat oluşturulmuştu. Bütün köpekler kaydettirilecek, boyunlarına numaralı bir tasma takılacak, aksi takdirde itlaf edileceklerdi. Köpeklerini başıboş bırakanlar para cezası
ödeyecekti. Buldog gibi tehlike arz eden cinsler yasaklanacaktı. Kırlarda yaşayan insana faydalı köpekler serbest kalabilecekti. Bu yeni olgu ile şehir köpekleri ve kır köpekleri birbirinden ayrılıyordu. Şehirlerde yaşayan işlevsiz köpekler ise bir parazit olarak görülüyordu. 1850’de bir süvari subayı olan Bonapartçı vekil Jacques Philippe Delmas de Grammont’un sunduğu bu yasa (Grammont yasası) taslağına dayanılarak hayvanları korumaya yönelik ilk yasal düzenleme oya sunulmuştu. Yasada kötü muameleyi cezalandırmak için halka açık yerlerde gerçekleşmiş olması şartı aranmaktaydı (Pinguet,2008). Bu şart Avrupa’nın hayvan hakları korumasına nasıl bir bakış açısı ile baktığını göstermektedir. Bu yasa ancak bir asır sonra 7 eylül 1959 tarihli kararname ile kaldırılmıştır. Liberalizm kokan bu hayvanları koruma anlayışının tek kıstası “yararlılık”tı (Pinguet, 2008).

“Grammont yasası” aynı zamanda 1848-1850 yıllarının büyük toplumsal korku dalgasınında izini taşımaktaydı. Siyasi gerilimlerin en keskinleştiği zamanlar, hayvanları koruma derneğinin de sloganından anlaşıldığı üzere, fiziksel hijyen ile
ahlaki hijyen birbirine paraleldi: “Adalet ve Merhamet, hijyen ve ahlak”. Bu noktadan itibaren başıboş köpekler şehir manzarasından silinmiştir. İkinci İmparatorluk devrinde Pontoise sokağındaki hayvan barınağına her hafta 900 köpek
gelmekte, bunun 600’u itlaf edilmekteydi.

1820 ve 1824’te İngiltere de  “Animal Friends Society ve “Society for prevention of cruelty to animals” hayvan koruma dernekleri kurulmuştur. Hayırsever Battersea Dog’ home derneği daha çok kadınlar tarafından idare edilmekteydi.
Misyonu terk edilmiş köpekleri toplamak, beslemek ve bakmak, sonra sahiplerini bulmak, yoksa sahiplendirmekti. Derneğin adının tam çeviri “Köpeğin Evi” kurucuların niyetlerini dile getirmekteydi. O dönemde Charles Dickens da bir
makalesinde okurlarını kayıp köpeklere yardım etmeye çağırmıştır. Aynı dönemde köpek portreleri çoğalmıştır. Köpekler genellikle sevgili sahiplerinin yasını tuttuklarını hissettiren poz ve sahnelerde , yaşlı olarak resmedilmiştir. Dog’s Home kuruluşundan kısa bir süre sonra, Londra da kuduzun kökünü kazımak için polislere başıboş köpeklere burunluk takma , hatta kuduza yakalandığı düşünülenleri itlaf etme yetkisi verilmiştir. Avrupa da 17. yy dan sonra köpek cinslerinin işlevinin insana eşlik etmek olduğu kabul edilirken, bu olgu, iki asır sonra genelleşmektedir. Hatta köpek, başlı başına ailenin bir parçası haline gelmektedir. Sahipleri hayvanları böyle çocuklaştırırken esasen kendilerindeki, “o delice, nerdeyse megolomanca doğaya hükmetme , üzerinde etkili olmak, gözle görülür, gösterişli bir şekilde değiştirme arzusunu” gidermiş olmaktadır (Pinguet, 2008).

Genel olarak Avrupa’nın anlayışını incelediğimizde kapalı kapılar ardında gerçekleşen her türlü uygunsuz davranışın örtbas edildiğini anlamaktayız. Yasalar, kanunlar ve refah anlayışının sadece göz önünde yapıldığını, vicdanın hiçbir konuda olmadığını yeniden hatırlanıyor. İnsan hakları gibi ,hayvan haklarının da söz de yapıldığı Avrupa Ülkelerinde günümüzde dahi (2012 ) bir çok hayvan soykırımı ve türcülük anlayışı en üst seviyededir. Hayvan Korumacılığa karşı yaklaşılan tutumlar, ilk yasalar bu kıtalarda oluşmuş olsa bile, bu yasaların ve kanunların  uygulanabilirliği gerçekleşememektedir. Hayvanları sadece insan yararına yönelik olup olmamakla koruyan yasalar Avrupa Ülkelerinin insan merkezci bakış açısını da ortaya koymaktadır.

Türk Kültüründe ise; 13. Yüzyılda Kayseri yakınlarında vakıf olarak kurulan Kervansaraylarda, yolcuların hayvanlarının da rahatça barınacağı yerler düşünülmüştür ve hayvanların her türlü bakımı da ücretsiz olarak yapılmıştır. Hasta hayvanların tedavileri için de bir baytar görevlendirilmiştir (Güven, 2011). Bir kervansaray içerisinde hayvanların her türlü ihtiyacı karşılayacak: erzak ambarları, ahırlar, samanlıklar, hayvanları nallamak için nalbantlar vardır. Kervansaraylarda yazın kapalı mekânlarda hayvanlar, açık mekânlarda insanlar ve arabalar kalmaktaydı. Kışın ise ticari hareketliliğin azalmasına rağmen kapalı mekânlarda insanlarla hayvanlar aynı mekânı paylaşırlardı. İnsanlar yüksek olan sekilerde, hayvanlar daha aşağıda olan bölümlerde kalırdı. Kervansarayların münferit odaları bulunduğu gibi avlularında hayvanları sulamak için yalakları da bulunurdu (istanbulkulturenvanteri).

Kültürümüzde hayvanlara değer vermek, onlar içinde düşünmek hep gündemdedir. Osmanlı Devleti’nde ise, hayvanların bakımı ve korunmasına ilişkin uygulamalara büyük bir önem verilmiştir. Özellikle toplumsal dokunun bir parçası olarak kabul edilen sokak hayvanlarının beslenmeleri için vakıflar kurulmuş, vasiyetnameler düzenlenmiştir ( Sungurbey, 1993). Doğa ve hayvanlara gösterilen nezaket, Osmanlı Mimarisi’nde de yerini bulmuştur. Cami, medrese ve sarayların en çok güneş alan ve rüzgardan korunan yerleri seçilerek, buralara ‘Kuş Köşkü’ denilen taş ya da ahşaptan barınaklar yapılmıştır. Hatta sakatlanan göçmen kuşların tedavi edilip zamanında dönmesinin sağlanması amacıyla, leyleklerin göç yolu üzerindeki Bursa’da dünyanın ilk hayvan hastanesi “Guraba-hane-i Laklakan” (Şekil;2.3) kurulmuştur. Ahmet Haşim (2011), “Guraba-hane-i Laklakan’dan “Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakasıyla yaşarlar” diye bahsetmiştir. Aynı zamanda bir vakıf olan ve 20. yüzyılın başlarında işlevini yitiren bu hastane, 2010 yılında Osmangazi Belediyesi tarafından yeniden açılarak hizmet vermeye başlamıştır (Şekil;2.5) (Güven, 2011).

19. yy’da Alman Mareşeli Moltke Üsküdar’da hizmet veren kedi hastanesi olduğunu anılarında belirtmiştir (animallia.com, 2012). Padişah II.Abdülhamit Dönemi’nde (1877-1909), 10 bin altın harcanarak Fransa’daki Pasteur Enstitüsü’ne bir heyet gönderilmiştir ve dünyadaki 3. Kuduz Enstitüsü İstanbul’da kurulmuştur. Osmanlı Devleti , sadece hayvanların beslenme ve bakımlarıyla değil, hastalıklarıyla da ilgili girişimlerde devrin öncülerinden olmuştur (Güven, 2011).
“İstanbul’un Köpekleri” adlı yayının yazarı Catherine Pinguet, 50’li yıllarda kaleme alınmış İstanbul’a tanıklık etmiş bir yazıyı şöyle aktarır; “Eski Türk Evleri yalnız insanların barındıkları yerler değil, büyük küçük her çeşit hayvanında barındıkları yerlerdi. Eski İstanbul panaromasının rengi yeşile çalardı.Hemen hemen her evin bahçesinde meyve ağaçları bulunurdu. Bugün artık bu yeşil renk ortadan kalkmıştır. Yapılar eninden çok boyuna yükselmekte, eski bahçelerin yerini apartmanlar almaktadır. Köşede bucakta görülen incir ağaçları, çardaklı asmalar, erikler, kayısılar, çitlenbik ağaçları da birer birer sökülmektedirler. Ağaçlar böyle olduğu gibi hayvanlarda yeni apartmanlarda barınamaz olmuşlarıdır. Eskiden hayvanlarla insanlar akrabalar gibi bir arada yaşarlardı. Kediler davetsiz misafirlerdi. Köpekler hakkında hadis olduğu için eve sokulmazdı. Fakat sokakta bunlara ekmek doğranır, et dağıtılırdı. Yarasa, sansar, gelincik ise evin en kuytu köşelerini doldururlardı. Temel yılanına dokunulmaz , görüldüğü zaman ‘Şahmelek veya Şahmaran başı’ için bana dokunma denir. İyi kötü her türlü hayvanlara dostluk ve misafirperverlik gösterilir, ayrı ayrı konuklanırdı. Evlerin üst katlarında bir odanın tavanı bitirilmemiş olarak bırakılırdı. Bitirilen evin sahibine uğur getirmeyeceği inanılırdı. Ağaçların tepesinde,bacalar da leylekler yer tutardı. Çatı aralarında kırlangıçlar, boş tavanlarda örümcekler…Şayet örümcekler alınacak olursa öğleden evvel alınmalarına dikkat edilir,öğleden sonra başka yerlere yuva yapabilsinler diye. Hele kuş yuvalarına el değdirilmez, tedirgin edilmezdi. Evin alt katında kalan hayvanlarla üst katında kalanlar ayrı ayrı değer taşırdı. Leylek uğurludur. Kumru ve güvercinler kafeste beslenmezler. Kafeste beslemek günah sayılırdı. Papağan, dudukuşu ve muhabbet kuşları kibar ve ev konaklarının kuşları idi” (2008).

İstanbul’da sokakta yaşayan sahipsiz hayvanların Osmanlı Devleti’nde çok büyük önemi bulunmaktadır. O dönemde bu hayvanların beslenmesi için ücretli adamlar tutulmuştur, bu kişiler , sokak başlarında kedi-köpeklere et dağıtırlarmış. Halk, vefatlerinden sonra miraslarını kedi ve köpeklere bırakırmış. Onların uğurlu geldiğine inananlara bulunmaktaymış.